4 Mart 2009 Çarşamba

BİR KÜÇÜCÜK KIR ÇİÇEĞİ

Serin bir yaz gecesi, duyduğu huzursuzlukla uyandı. Sırılsıklamdı, nedendi bu ter, nedendi bu huzursuzluk... Sessizce kalkıp camın önünde sallanan tülü sonuna kadar açtı. Günün ilk ışıkları odaya doldu. Karşı dairenin camı ile burun buruna geldi, kızdı kendince neden bir üst katta değilim, neden göğü göremiyorum diye. Döndü ve isteksizce durdu. Ne yapmak istiyordu; yüzünü mü yıkasaydı, çay suyu mu koysaydı? Hiç birini istemedi canı. Ayakları onu kütüphaneye götürdü, çekmeceyi açtı. Neler yoktu ki... Küçük bir çocukken o kocaman bahçenin kiremit renkli evinden sevinçle çıkar, koşarak merdivenleri iner, hatta son üç basamakta hoplardı. “Aman kızım, dikkat et! ” diyen annesini duymazdı bile. Tavukların yumurtalarını gizlice alırken; yardımcıları Hasan Emmi, nasıl da kızar, kovalardı...Ağaçların tepelerinden çağlaları hem yer hem toplardı. Hatta bir gün babaannesine gittiğini bilmeyen annesi, onu kuyuya düştü sanıp da nasıl ağıtlar yakmıştı kuyunun başında. Şimdi ise sadece elinde şeftali ve kayısı ağaçları arasına babasının kurduğu salıncakta çekilen resmi kalmıştı...Kenarları yırtık, solgun bir resim...Ne o kiremit renkli ev vardı şimdi, ne mutfakla oturma odası arasındaki gizli kapı, ne sofadaki aynalı konsol, ne de annesinin saçlarının diplerini kazır gibi yıkandığı hamamlık...Yok, hiç biri yok, kimse yok. Yaşananlar gerçek miydi? Eşiğin altına yatıp saklandığında onu arayıp bulamayan ağabeyinin gecenin karanlığında eşik diye onun sırtına basıp korktuğu yalan mıydı, annesinin sofadaki dolaba sakladığı misafir lokumlarını gizli gizli yemeleri ve komşular geldiğinde lokum getirmesini isteyen annesine mahcup bakışları yalan mıydı? Bu resim gerçekti. Solgun ama inatla yaşayan. Geçmişle geleceğe köprü olan bu resim gerçekti. Resmi aldı, vitrinin önündeki çerçevenin yanına koydu. Yüzünü yıkadı, gözyaşları mı karışmıştı suya, bilemedi. Elindeki çakmakla hem sigarasını hem çayın altını yaktı. Sessizlik.,buruk yapıyor yürekleri. Ne yapacaktı bugün? Uzun süre olmuştu ki izin kullanmıyordu. Hayat, sanki hep çalışmaktı. Bir an durdu, kimi arayım dedi kendince. Sevilenler ya toprak üstünde karınca misali koşturuyordu ya da toprak altında sonsuz uykudaydı. Sevda türküleri takıldı diline bir bir nedensizce. Unutulanlar, unutanlar... Yaşam, bir kırbaç almış eline sallamıştı. Kaçabilen sadece kaçtığı ile kalmıştı, çünkü kurtulmak imkansızdı. Bu darbeyi atlatan, nasıl olsa bir başka darbede yıkılıyordu. Düştükçe kalkmıştı yeni bir güçle.Yittikçe umutları, tükenmemişti içindeki kıvılcım. Annesinden sonra babasını da kaybedip kalınca bir başına şu kocaman dünyada tek dost bildiği,ışığım dediği arkadaşı onunla uzun uzun konuşmuştu. Onu ne çok sevdiğini anlatmıştı saatlerce. Oysa o, hep ağlıyordu. Yapayalnızım diyordu da başka kelime bilmiyordu. “Sen gülmelisin; seni büyüten insanlar, mutlaka bunu hissederler. Hayatın billur bir su gibi akmasını istiyorsan, yoluna çıkan otları sen kendi ellerinle toplayıp yolunu temizlemelisin. Ancak böyle beni de huzurlu edersin.” demişti. Uzandı, kütüphaneden ince bir kitap aldı, bir şiir kitabıydı bu. İlk sayfasında gönüldaşının “Seni hep mutlu görmek istiyorum ve seni çok seviyorum.” yazısı vardı. Söyledikleri, yazdıkları hep ona güç vermek içindi. Ayağa kalkarken kitabın içinden bir şey düştü. Bu, kurumuş bir küçücük kır çiçeği idi. Görüştükleri son gün, bir demet kır çiçeği ile gelmişti ona. O, kiremit renkli evlerine veda edip giderken gelmişti kucağındaki kır çiçekleriyle. “Gözlerini gözyaşı ile hatırlamak istemiyorum, ben ışığın isem sen de beni unutma ve hep gülümse. Sen gülümseyerek bakarsan hayata, hayat da sana öyle bakar.”... Hiç unutmamıştı bu sözleri. İşte o günün anısıydı bu kır çiçeği. Bir küçücük, solmuş kır çiçeği. O solmuştu ama yeşertmişti içinde sevgileri, umutları, heyecanları. Şimdi elindeki kitapta onun yazısı ve kır çiçeği kalmıştı sadece. Yitip gidenler, sadece bedenleriyle yoklar...Bakın işte burdalar.

Akademi Dergisi.Sayı 6 Temmuz 2006

Serap ÖZALTUN
26.12.2004

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder