5 Mart 2009 Perşembe

ŞAİRLERE DAİR

Bir Dilek Uluocak Şiirinin Düşündürdükleri

Gecenin Rahmine Dolan Günah gece ikincil yüzünü gösteriyor çıplak alevde gölge dolu bardakları buğulandırıyor bir kefesi kaynayan terazinin çirkin dumanı belirsiz bir silüetten kaçarcasına apansız göğe yükseliyor yeniden dönmek için sırlarıyla camları hırpalıyor karanlığın bakışları gizemli iki gözbebeği uzanıyor kendi dünyalarından aynalara eller hareketlendi ne fayda susku doğurganlığı bastıramaz rüzgâr gecenin rahmine dolduruyor havanın ağırlığını ölümün gebeliğini yaşatıyor iklim bu kokuyla can havliyle sarsılıyor yer gök yükselen bacalarda telaşlı bekleyişler gece oyalıyor alevleri vebali hayasız kuru ellerinde haykırışları idamlık karanlıkta son arzu ne sözler yitiyor dar sokaklarında bu acımasız zamanın ne ağızlar kapanıyor keder dolu köşelerinde günaha diz çöktü şehir bakır bir çığlık böldü masum meleklerin fondaki sükûnetini yeşil kırmızıya çaldı siyah bir leke belirdi hainin dipsiz gözlerinde azap hiç olmadığı kadar yakın hiç olmadığı kadar telaşlı keskin kapısı açıldı iflah olmaz zindanların siyaha çalan kırmızı bir kan yağıyor şimdi üzerine zavallı insanların 07 /07 /2007 Dilek ULUOCAK




Geceler.. Sanki hep bir şeyleri saklıyor ruhunda geceler.. Görünmez sanır aldatanlar yaptıklarını, oysa terazi bilir dengeyi bozanı. Gecelerde herkes uyumaz; bardakların buğusuna sarılan nice eller, sır dolu yüreklerin dertlerini döker dilerse dinleyenlere; belki de buhar olur uçar öz, söz ile. Ne kadar sussa da dil, doğurgandır dil...İster aynaya bak, ister camdan görmeye çalış karanlığın ruhunu; mümkün mü, kendi dünyasını yansıtabilmesi insanın dışarı? Gece sessiz, gece verimkar...Haydi rüzgar, getir meltemlerinden şu ağır havayı da üretken ruhlar kıpırdasın biraz....Her doğumun -bir gün- ölüme çağrı yapacağı gerçeğini bilse de şu ölümlüler, geceyi de güne katsalar öldürmeseler zamanı.Ölümün kokusundaki gerçek, ürkütmesin canlıları; çünkü doğumlardaki çığlığı beklerken sevinçle bakan gözler. şimdi yitişteki acının kokusunu hissederken kokuyu değil, hayatı sorgulasın kendince, 'ne kadar verimli geçti ki' diye. Neden hep gece gerçekleşir ki infazlar; gün ağarınca saklı mı kalacak ki gerçekler? Ne kadar saklayabilir ki alev, gecenin suçlarını? Güneş nasıl balçıkla sıvanmazsa, gece de alevlerin şavkıyla aydınlanıp hayasız kuru ellerin veballerini saklayamaz...Ne keder dolu köşeler,ne dar sokaklar ağızlardan çıkan kederlerin şiddetini saklayabilir, ne de bu sözler yitip gider idamlıkların son sözlerinin içinde... Gündüzleri aydınlıklarda işlenen günahları da özüne sindirmişcesine gece, günahların ağırlığı ile diz çöküp çığlık atar sessizce.... Hain mi şimdi -içip içip kızartınca gözlerini- yeşil gözlü ve onun gerçeği çatışınca bizim gerçeğimizle? ...Hain mi şimdi o, dibi bile görünmeyen gözleri olan kırmızı gözlü? Onu bu hale getirenler, masum meleklerin çığlıklarına ağlarlarken biraz da ona ağlarlar mı ki? ... Hangimizi uzağız azaplara; bir nefes kadar yakınken acı, ruhumuza. Zindanlara atılınca mı iflah olacak ki arınmmış ruh? Gönlü karaların zindanlarının kapısı açık oldukça gece de gündüz de karanlıktır; karanlıklar çığlıklara, çığlıklar siyaha çalan acılara gebedir ve insanoğlu 'zavallı' olmaya mahkumdur dünya zindanını iflah etmedikçe. Şimdi kim 'Gecenin doğurganlığı ile çoğaldı günahlar? ' diyebilir ki...

15.1.2008

Serap ÖZALTUN

-------------------------

GÖNÜL DİLİ İLE DERVİŞOĞLU

'Antolojinin Karacaoğlanı' diyorlar Şemsettin Ağar Dervişoğlu'na; değil, mümkünü yoktur. Çünkü bir sevilenden öbürüne meyleden Karacaoğlan' dan daha vefalı bir halk şairi var karşımızda. Şiirlerindeki zengin kelime hazinesi ve yerli yerine oturan ustaca söylemler, şairin şiirlerinin altındaki yorumlarda bile kendini belli ediyor. Mütevazi kişiliğini şiirlerine de yansıtan şairimizin kafiye-hece ölçüsü kıvraklığındaki ahenkle anlatımındaki ustalık, kendine özgü üslubu 'Dön, dön oku beni.' dedirtiyor. Serbest şiire kendini bırakan kalemime bile parmaklarmı saya saya heceli şiirler yazdıran ustama kalemi daim olsun der, saygılarımı sunar, helallik dilerim. 'KÜSKÜNÜM' ŞİİRİNE DAİR Dağlar de bana neden dumanlı başın? Kar mı kapladı bellerini de kuş bile uçmaz, haber gelmez yareninden.Yağmur gibi dökme gözün yaşını, ağlatma bulutu, inletme seli... Ancak böyle yüce bir gönül ar eder, haber edemedim yar sana diye; yakma yüreğini özlem harıyla...Ne bu sancı? Zar etme dili, an can ile söyleşilerini de küsme gülün dikenine... Acılar değil mi güzelliklerin kıymetini sunan? Parelense de gönül yaran, dert etme ey aşık... Beyindeki özlem fırtınası beslemez mi ki sevdanı? Nicedir yarene yazdıkların, varsın ulaşmasın; gönülden gönüle yol yok mu ki sevenler arasında, nefesin yok mudur sevdayla giden? Neden bir suçlu ararsın ki ey aşık...Yazı kara olsa; bu söylemin, sevdaya dair bir pişmanlık da olmaz mı? Vuslata erme düşü, yüceltmez mi ki sevdayı? Sevilene güç vermek için değil mi ki bu can, hangi dağın ardında olursa olsun...Çal sazını hasret gaydasında... Çal ki sevdan yaşasın...Sazının her perdesinde yüzünü gör sevdiğinin de diline düşen sevda, nağme olsun sazında; türküye dönsün. Yücelerin karı sevilenin duvağı mı olsun istersin a can, bülbül de seninle ağlasın, derdine yansın mı istersin? Çiçeğe bürünüp de narını veremeyen yaprağa da acı can...Küsmeyesin...Hayatın her çilesinde Yaradanın bildiği bir neden vardır, görünen dağın ardını kim bilebilir ki.. Hangi saat hüzne kurulmak ister ki ey şair? Yaşamın hangi 'an'ı, diğerinden daha az hüzünlü; bilir miyiz ki....Ayrılıklar, kavuşmaların ardından olmasın, dediğimiz ayrılıklar, isyandan korusun nur yüreğini...Korusun ki ey şair, dergâhın mekanına, yanında değilse de gönlünde götür sevdiğini ama yeter ki o ulu mekanın eşiğinden atla...Küsülmez ki ey can...Küsülmez dergâhın eşiğine, hele ki o kapı açılmışsa yüreğinize... Naçizane dilime düşenlerdir. Yüreğinizi okşayıp alıp sarsın sevdiğim dediğinizin sevdası çilenizi, her nerede olursa olsun ve onun hüznü ile bir 'an'ınız bile sevinçten uzaklaşacaksa 'hüzün sizlerden uzak dursun' derim. Saygılar hocam. ADI HASRET' ŞİİRİNE DAİR Şu dağların sonsuzluğunda yok olmak var aslında, alıp da yüreğine 'yar' dediğini içindeki sızıları da yükleyip çıkınınına gitmeli. Belki hasretin canından can koparırcasına insana ettiği, biraz ferahlar dorukların ayazında. Gece ya da gündüz ne fark eder ki canan ayrı kollarda ise, o kol vefalı olsa sanki yürek yanmayacak mı? 'Yar adı verilen can, adımla anılmıyor' der de üzülür ya şair, neden ki bu keder? Tarih öncesi çağlardaki gibi 'bir Dervişle yareni varmış ' denilmeyecek mi asırlar sonra bu hasret yangınları okunurken..Derdin bu mu şair? Hangi garip sevdalı 'lokman' olabilmiş ki sevda derdine, hangi garip sevdalının yüreğinde sevda çınarı çağıl çağıl çağlarken onun feri özü kalmış ki1..Onca yanarken gönlü, 'canözüm' diyen hangi hasretli yürek, ona sarılamadan ısınmış ki! ..Ayrılığın ayazı yakar doruklarda teni, derdine çare um ama bil ki hasret denen derdin çaresi vuslattır ve bil ki şair, vuslata erince hasretin hazzını özleyeceksin. Tükenmek nedir ki bu ocakta, yan be şair! ..Yan ki bunun ne büyük bir mutluluk olduğunu bil, bir sevilen bulmuşsun; sevmişsin gönül boyu, özlemişsin dağlar gibi...Ne hoştur bu, bilmezsin! .. Sevmeye, uğrunda yanmaya değer bir can bulmuşsun. Bu, ne derin bir hazdır1..Hani baykuşlar var dersin ya gönül bucağında, o baykuş da derdinle ağlar, anlamaz mısın? Ağla şair, sevebildiğin kadar da seviliyorsan ağla...Yan, yağlar misali eri şair; sevdiğine ram olup yüreğinde yok olabiliyorsan bu, engin bir denizde yüzmektir...Hasretin hazzıyla yan ki kavuşacağın günü bekleme. Bil ki yolunu beklemenin ve onun için gözyaşı dökmenin güzelliğindedir sevdanın büyüklüğü. 'Sen derviş olamazsın' dedirtme şair, yokluğunda da sev yarenini ve çoğalt yokluğunda sevdayı. Çiçeklerden ığıl ığıl akan özü akıt yüreğine ve evrenin binlerce güzelliğini sevdanla akıt yüreğine...Yarin yokluğunda göz kamaştır, bileğinin kılağı ol da dağıt evrene şair, dağıt yüreğindeki hasreti ve ruhun 'yük' demesin bu hasretin güzelliğine. Saygılar yüreğinize değerli gönül ereni.

12.1.2008

Serap ÖZALTUN

-------------------------------------------

GÖNÜL DİLİ İLE DEVRAN DEMİR

'Canı cehenneme rahat uyuyanın Kapısını örtenin perdesini çekenin. Yüreği yalnız kendiyle dolu Duvarları ancak çarpınca görenin. Canı cehenneme başkasının yangınıyla Evinin ısıtıp yemeğini pişirenin. ' diyen Şükrü Erbaş kadar insanların acılarını, gönlünün derinlerinde hisseden genç bir kalem Devran Demir. Şiirlerinin bütününde içli bir sızıyla acının resmini hissederiz okudukça can-ı gönülden. 'Karanlık sandığımız,görünmeyen değil; / İçimizde olandır.' derken ertelememeli hiçbir şeyi diyor şair, çünkü biliyor ki ölüm, kapı ardında bekliyor ve güneşle yarışta olabilir. Akıl sorgusu ön planda onda, demek istiyorum şair için, çünkü; 'Seni sevmekle ben işledim ilk suçumu, Cezamı bana güzelliğin verdi. Ben şimdi aşk zindanında Bir sevda mahkumu, Unuttum aradan kaç gün geçti. Yüzünü kirpiklerimle çizdim duvarlara, İçini gözyaşımla doldurdum. Ne dünüm var artık ne yarınım... Ben şimdi yalnızca Seni sevmeye mahkumum. ' dizelerinde bile duygularını o kadar usturuplu bir şekilde dile getirmiş ki onu mahkum eden güzeli davet edip, ikisine de müebbet ceza veresi geliyor insanın bir hücrede. 'Nasılsın? ' demeye korkuyor insan Devran Demir'e; gitgide üşüyen, gitgide soğuyan bir yüreğin umutsuzluğa sarılışını görmekten korkuyoruz. İç sızısını içine gömüp bulutların gözyaşından medet uman şair; kim bilir belki de annelerini gözyaşlarıyla arayan aşk ve arzuya kızmakta için için...Neden ki şair yüreğine sevgi dolu küçücük ellerin uzanmasına izin vermiyorsun? Oysa her sevdada umut vardır... Yaşanmamaya mahkum muydu gerçekten bazı sevgiler, bilinir mi ki...Biliyor musun şair, dünyanın bunca umutsuzluğu, karanlıklığı, kupkuru bir çöl oluşu, buz gibi soğuk oluşu, bazen yangın-duman-kül oluşu, hatta fırtına-deprem-heyelanla sarsılması, cehennem alevlerinde kavrulması sadece insanların gözlerinden yüreğe inen güçle yok ediliyor. Dediğin gibi. Yüreğindeki o güzel insan sevgisini, şairin dili ile anlatmak istiyorum: 'Ah Şu İnsan... Ah şu insan yavruları Ah şu insan yavruları yok mu... Onları, onları nasıl anlatmalı... Doğarken hepsinde aynı ten Aynı duyu, aynı koku Büyürken hepsinde aynı sevinç Aynı umut, aynı coşku... Her ikisinde de sırrına erilmez bir haz Her ikisinde de yüreklere sığmaz O bir geniş, o bir güzel O bir sıcak duygu... Ah, şu insan yavruları Ah şu insan yavruları yok mu Onları nasıl, nasıl anlamalı... Gülüşleri-ağlayışları, duruşları bakışları, bağırışları-susuşları Yürüyüşleri koşuşları, uyuyuşları-uyanışları Yemek yiyişleri, söz söyleyişleri, oyun oynayışları... Yani herşeyleri yani her yanlarıyla Onlar bizden başka bir alem Onlar bizden başka bir dünya... Ah şu insan yavruları Ah şu insan yavruları yok mu... Onları nasıl, nasıl korumalı... Onlar bizim en saf - en temiz Onlar bizim en arı - en duru halimiz Onlar bizim biricik sevgi hazinemiz Onlar bizim en büyük yaşama sevincimiz... Ah şu insan yavruları Ah şu insan yavruları yok mu... Ne olur Koruyun kollayın - sevin güldürün Ne olur incitmeyin hiç onları... ' Bir çocuk hiç 'Of baba of! Keşke annem değil sen ölseydin... ' der mi? Şair gördüğünü yazar, yüreğine batan iğnenin kanattığını yazar. Okumalı 'Baba Beni de Okula Gönder' şiirini de o çocuğun çığlığına kalem olan şairimizin duyarlılığına boyun bükmeli. Sadece toplumun sosyal yaralarına parmak basmamış ki şair. 'Kara... öyle karadır ki / Büsbütün kararır / Gider dünyan sonunda... / Hiçbirşeyi göremez olur gözlerin / Hiçbir şeyi artık / Ondan başka... ' derken her yerde duyulan ve bağrına kara taş basıp sevdiğinden ötesini görmeyen kara sevdalıların haline de kalem olmuş. 'Yatağına sığmayan bir su gibi yüreğin / Sabırlı,çok telaşlı,biraz durgun. ' dediği bir insanın yüreğini almış karşısına şair ve yaşarken anlaşılmak isteyen bu gönle –hem de yatağına sığamayacak kadar dolu dolu bir gönle- “Ölüm gelmeden ne edeceksen et.” diyecek, diyemiyor; o, anlasın istiyor. Belki de budur şairin görevi, okuyucuya öğüt vermeden ufku göstermek, tercihi ona bırakmak.... İnsanlığa dair çok şiir okudum, ama ben Devran Demir’in şiirlerindeki insanlığı kolay kolay hiçbir şiirde hissetmedim. O, sokakta akşam karanlığında koşarken evine giden insanların yapacağı yemeği ya da çocuğuna alacağı giysiyi düşünürken köşede titreyen çocuğu görmeyenlerden farklı bir yürek. Onun gözüyle bakalım bir kez daha çevreye ve “ne yapılabilir”i düşünelim Devranca: Bin Soğuk Bin Kış / Bin Çocuk Bin Düş Bin karakıştı Bin ayaz geceydi Binlerce kimsesiz çocuktular. Sığınacak bir yuva Bağrına basacak bir anne Uyuyacak bir yatak arıyordular. Hiç kimse onları düşünmüyor Hiç kimse onları görmüyor Hiç kimse onları anlamıyordu. Bir yerden bir yere itilip Bir yerden bir yere sürülüp Duruyordular. Yalnızdılar, kırgındılar, bitkindiler. Suskundular, dalgındılar, mahzundular. Onlarca büyük şehrin, yüzlerce Işıklı işlek caddelerinde kimileri Kimileri karanlık ıssız sokaklarında Tedirgin, uykusuz dolaşıyordular. Nereye gideceklerini bilmiyordular Ne yapacaklarını bilmiyordular İnsanlara korkuyla bakıyordular Her şeyden ürküyordular Birbirlerinden bile çekiniyordular. Ve unutup açlıklarını çoğu zaman Yalnızca, üşümeden Uyuyabilecekleri bir yer arıyordular Tepeden tırnağa titriyordular Çok öksürüyordular Çok üşüyordular. Ve onlar ki yine... Kimileri telefon, kimileri bankamatik kulübelerine Kimileri inşaat, kimileri apartman bodrumlarına Sığınıp yine usulca Bazıları yalnız, bazıları koyun koyuna Koyup başlarını sessiz Kurulmaktan yorgun düşmüş bir düş’ün Güzelliği ve sıcaklığını, alıp alıp O hiçbir zaman doyamadıkları Uykularına, rüyalarına dek Taşıyor taşıyordular... Bin mavi gökyüzüydü Bin sıcak gündü Binlerce sahipli çocuktular Sığındıkları bir yuvaları Bağrına basan bir anneleri Uyudukları bir yatakları vardı... Herkes onlara gülümsüyor Onları düşünüyor, onları seviyordu... Bütün sevdikleri yanlarındaydı, İçten, sıcak, yumuşacık öpüşler Dokunuşlar içindeydiler... Hiç üşümüyor artık, hiç titremiyor, Hiç öksürmüyordular... Dünyayı seviyordular Hayatı seviyordular Kendilerini seviyordular Neşeli, mutlu, huzurluydular... Koşuyordular gülüyordular Oynuyordular çoşuyordular... Çocuktular çocuktular çocuktular.. Ve günün ilk ışıklarıyla yine onlar Şehrin ağır gürültüleriyle irkilip bazen Bazen, hoyrat insan elleriyle dürtülerek Yeniden yeniden... Görmek istemedikleri bir dünya Yaşamak istemedikleri bir hayata Birer birer çaresiz, ve üzgün Uyanıyordular... Bin karakıştı Bin soğuk sabahtı Binlerce kimsesiz çocuktular. - Devran Demir 11.11.2005 Herkes kadar farklı, herkes kadar özel bir kalem Devran Demir. Kayıt sırasına göre sondan başa birkaç şiirini inceledim gönül dilimce. Kendisine dostça sevgilerimi gönderiyorum.

13.1.2008

Serap ÖZALTUN

----------------------------------------

Şahin Hanelçi'den Bir Şiir- Bir Yorum
FIRAT OLMAK İSTİYORUM Kardelenler açan diyardan gelir, Çatılmış kaşıyla firardan gelir, Hasretlik sedası sevdadan gelir, Zamanı koynunda toplayıp akar. Feryadı duyulmaz benlikler sarmış, Uzanan kolunu dikenler sarmış, Beynini kemiren akrepler sarmış, Korkuyu ümitle dağlayıp akar. Cümleler toplanır dilin ucunda, Eritir ruhunu gönül korunda, Menzile baş koymuş aşkın yolunda, İrfanı Allah’a bağlayıp akar. Lal olsa da dili gönlün sesiyle, Esen rüzgâr olur neyin sesiyle, Yazgının köpükle varan sesiyle, Ecrine kul olup çağlayıp akar. Benim adım Murat senin Karasu, Vuslatınla Fırat olmak arzusu, Pranga vurulmuş bitmez sorgusu, Özlemi ruhunda saklayıp akar. Sevdamla kendimi benzettim sana, Halimin resmini arz ettim sana, Lütfuyla ismini söz ettim sana, Suların kahredip duymayıp akar. Şahin Hanelçi 27.02.2009 ELAZIĞ http://www.edebiyatdefteri.com/siir/203244/? q=&syf=1#yorum
FIRAT OLMAK Günün şiiri seçilmiş bir şiir var karşımda, Fırat gibi deli deli çağlamış şair.Keşke sevilen de kardelenler açan diyardan gelir gibi geleydi de çatık kaşı açılaydı…belki hasretlik tükenirdi de şair, Fırat olmaya meyletmezdi. Oysa sevdiğinden ayrı kalan yarenin feryadı nice benliklerde hissedilmiş yüzyıllar boyu. Sevdiğine ulaşmak için dağ bayır gezercesine yol süren gönlün nasır paramparça olduğunu, gönlündeki çizikler bilir.Çaresizliğe sarılan bedeni, nice akrepler,çıyanlar sarsa da dört bir yandan gönül bu korkar mı, ümide sarılır iyice de atar onları ümidin koruna. Keşke bir göreydi mevsimsiz başını gösteren sabırsız kardelen diyarından gelen, keşke bir göreydi gönüldaşını… dil neler demezdi ki neler. Gönül öyle bir har olup yanmış ki can ne ki bu sevda uğruna, beden ne ki… Gerçeğe ulaştırıcı güçlü sezişi Rabbine emanet eder sevilen ve Fırat misali akar duyguları sevdiğine. Ne güzeldir Karasu ve Murat’ın birleşip de Fırat olması… Ne güzeldir şairin Fırat olma arzusu. Fırat olmak ne güzeldi. Çoğalmak sevgi ile … Fırat’ın üzerindeki köprüler, pranga gibi bağlasa da onu, bitmez bu dünyada sevilenin sorgusu ama o, yolunu bulur akar Dicle’ye doğru, çünkü özlemi ruhunun en gizli yerinde yakmaktadır onu. Elbet diler şair, Fırat olmayı çünkü bilir ki o deli dolu Fırat, özlemini çektiği Dicle ile el ele tutuşacaktır ve geride sevda için çekilen acılar bir düş gibi kalacaktır. Kaleminiz daim ola, vuslat ırak olmaya.

1.3.2009

Serap ÖZALTUN

---------------


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder